26 Ocak 2013 Cumartesi

öfkeli çocuk


Öfkeli çocuk
Basket sahası ya da ‘pinpon’ masası kapmak teneffüs zilini sabırsızlıkla bekleyenlerin ana amaçlarından birisiydi. Öğle teneffüslerini ayrı tutmalıyım, orada yemekhaneye koşmak ve masadaki karavanadan en fazla miktarı tabağa doldurmak öncelik kazanıyordu. Macit çıta gibi ince ve hafif olmasının da verdiği süratle herkesten önce basket sahasına varır, arkadan gelenlere bir an evvel gelmeleri için bağırıp çağırmaya başlardı. Kazara başka bir takımdan çocuklar sahaya ondan önce varsa, cüssesinin zayıflığından beklenmeyecek bir kuvvetle onları yakapaça tutup dışarı atmaya kalkışmaktan çekinmezdi. Tiz bir sesle attığı çığlıkların ürkütücü bir yanı olduğunu hatırlarım. Çatık kaşlı, gözleri faltaşı gibi açılmış biçimde üstünüze geldiğinde kontrol edilemez bir öfkenin varlığını hisseden kim olsa, çekinmeyle geri adım atardı. Öğretmenleri de korkutan bu çocuğun öfkesini çekmek istemediğimiz için Macit ile iyi geçinir, ters düşmemeye çalışırdık. Daha küçük gruplar halinde bir araya geldiğimiz zamanlarda onun davet edilmemişliği, grup fotoğraflarında pek yer almamış olması şimdi daha çok dikkatimi çekiyor. ‘Aman Macit aramızda olmasın’ gayreti bilinçli değildi belki, ama Macit hem korkulan hem de istenmeyen, dışlanan bir çocuk olmuştu çoktan. Ona boyun eğerken, öfkesinin hedefi olmamak için eğilip bükülür, kendisini grubun lideri gibi hissettirirken, yalnız bırakmış olduğumuzu bilmiyorduk. Birkaç yıl sonra babası ile annesi ayrılınca, o da annesi ile başka bir kentteki benzer bir okula geçti. Bunu o sene okullar açılıp Macit’in sınıfta olmadığını fark ettiğimizde, aynı mahallede oturan Turan’dan öğrenmiştik.
Onlarca yıl sonra Macit’ten dolaylı bir haber aldım. Rabia tıp fakültesinden sonra psikiyatriye giren çok sayıdaki dönem arkadaşımızdan birisiydi. Çalıştığı klinikte bir sabah vizitinde servise yeni yatan Macit ile karşılaşmasını anlatırken hem ağladı, hem ağlattı: Macit’i görünüşünden değil isminden tanımıştı.
Elli yaşlarında alkol bağımlılığı tedavisi için hastaneye yattığında, bildiğimiz yıllarda bitmek bilmez gözüken öfkesi, saldırganlığı çoktan bitmiş gözüküyordu. Daha doğrusu öfkesinin tek hedefi artık kendisiydi; 2-3 intihar girişimi, depresyon dönemleri, kaybedilen işler ve eşler, yabancılaştığı genç çocukları ile geleceğini kaybetmiş bir ruh durumundaydı. Rabia, Macit’in bizim okuldaki yıllarını da kendisini de pek hatırlamadığını görünce bunu alkolün bellek bozucu etkisine bağlamıştı. Macit’in ne olup da bu noktaya geldiğini pek kurcalamak istememiş, o da bu pek hatırlanmayan şimdi doktor olmuş sınıf arkadaşına fazla ilgi göstermemiş, hastanede kendisi için bir kolaylık bile istememişti. Adeta öfkesinin hayatının bir noktasında sönüp gitmesiyle beraber hayatın anlamı kalmamış gibiydi.

8 Ocak 2013 Salı

Beyin nedir?


Beyin nedir?

1990’larda ABD’de beyin onyılı’nın ilanının ardından hızlanan araştırmalar, beyin dokusunun yapısını ve işlevlerini daha iyi saptayan (fMRI, DTI, MEG vb isimlerle bilinen)tekniklerin gelişmesini sağladı. 1992’de MR görüntülerinde elle tek tek çizerek beyin bölgelerinin hacim ve alanlarını hesaplayarak yaptığım çalışmaları, 2000’lerde güçlü bilgisayar sistemleri çok daha hızlıca yapmaktaydılar. Aynı dönemde insan genomunun haritalanmasının tamamlanmasıyla beraber, ‘tamam, bu işi çözdük’ demek üzereyken, elimizde sadece bir alfabenin bulunduğunun farkına vardık. Alfabeyi bilmek, beynin ve bütün organizmanın şifresini çözme yolunda önemli ama yetersiz bir adımdı. Harfleri biliyorduk, ama beynin dilini anlamaya ve konuşmaya yetmiyordu. Beyin araştırmalarının hızı kesilmedi, sonuçtan uzak olsak da, beynin dilini ‘çatpat’ öğrenmekteyiz. Bu dili (bildiğimiz kadarını) öğrenmek isteyen tıp ya da nörobilim eğitimi almamış ‘öğrenci’ler için hazırladığım ‘ders’in (bir temel seminer) giriş bölümünden bir parçayı paylaşmak istiyorum:

En popüler kelimelerden. TED konuşmalarını analiz eden bir TED konuşmasında en popüler konuşmalarda sıkça kullanılan kelimelerin arasında ‘beyin’ var. Beyin kelimesini bu kadar popüler ve etkileyici kılan ne peki? Beyin bilimlerinin vaadlerinde, insan davranışlarının ‘sırrı’nı çözebilme, kendimizi ve başkalarını daha iyi anlayabilme umudunu besleyen bir yanı var. Ancak, bilim alfabeyi öğrenmenin ötesine geçememişken, tek tek çalışma bulgularına dayalı (pazarlama ya da iş dünyasını hedefleyen) kitap ya da konuşmalar biraz aceleci ve yavan kalıyor. Peki, beyin işleyişini anlamaktan vaz mı geçmeliyiz? Aksine, beyin ve yaşantılarımız arasındaki ilişkiyi anlamaya her zamankinden çok ihtiyacımız var. Ruh sağlığımızı korumanın, hayatı dolu dolu yaşamanın araçlarından birisi bedenimizi ve beynimizi ‘tanımak’. Nasıl tanıyacağız?

Şeker fabrikaları. Beyin bölgelerinin isimlerini ve hangi durumlarda aktif olduğunu öğrenmek hoş bir bilgi. Örneğin, amigdala’nın korku durumlarında ya da insula’nın tiksinme ile aktifleştiğini biliyoruz. Ancak, aynı hisleri ifade etmek için ‘yüreğim ağzıma geldi’, ya da, ‘bu iş midemi bulandırdı’ demekten fark ne? hangisi daha ‘gerçek’? Bu durum biraz coğrafya dersine benziyor. Ülkemizin şeker fabrikalarının bulunduğu illerin adlarını ezberlediğimiz, ama nerede, nasıl yerler olduklarını bilmediğimiz coğrafya derslerine. Yaşantımızla ilişkisini nasıl kuracağız? Cümlelerimizi süsleyecek, dinleyicileri, okurları etkileyecek bir bilgi olmanın ötesine nasıl geçireceğiz?


Beyin nedir? Beyin insan olmanın gereklerini yerine getirmemizi sağlayan en önemli organlarımızın bence başında geliyor. Geçmiş kuşaklardan aldığımız davranışsal mirasın her kuşakta zenginleşip devamını, bir yandan da dünyayı şekillendirmesini sağlayan, olmazsa olmaz organımız. Beynin önemli ve meşhur parçalarından amigdala’ya dönelim. Amigdala hiç bir zaman yalnız değil; anterior cingulate (çatışmalı durumları ‘fark eden’ bir dedektör gibi) korku devresini harekete geçirecek olasılıkları saptadığında, amigdala’nın çalışmasını tetikler. Bu arada hemen ‘ön komşu’lardan orbitofrontal bölge durumun ne kadar telaşa değer olduğunu değerlendirip kal/git sinyalini hareket sistemine (bazal ganglionlar) ulaştırır. Benzer bir durum ile amigdala tekrar karşılaştığında, kendi otomatik eylem portföyünden önceki durumda ne yaptıysa çekip çıkartacak deneyimi de böylece kazanmış olur. Kolay gözüküyor, değil mi? Eğer beyin sistemleriniz (‘Network’ diyelim)  iyi öğrenen cinsten ise, doğru. Ama öğrenmesi, kayıt sistemleri yeterli değil ise, deneyim ne kadar çok tekrarlanırsa tekrarlansın, aynı uygunsuz tepki ortaya çıkabilir. Öğrenmeyi sağlayan, davranış mönüsünü oluşturan ise, ‘dikkat’ sistemidir (önden arkaya uzanan bir otoyol gibi, prefrontal/paryetal bir network). Dikkat işlevini değişikliği fark etme ile sınırlamayalım. Durumun içinde olduğu zaman ve mekan (Bağlam) ile ilişkisini kurarak kaydetmeyi sağlayan dikkat sistemi bir ‘executive assistant’ gibi belgeyi uygun klasöre yerleştirmezse, zamanı geldiğinde (aynı durumla karşılaştığınızda) otomatik olarak uygun yanıtı vereceğinize, ‘ne yapmıştık, ne demiştik?’ telaşına düşer, amigdala aktivitenizi eskisinden de güçlü kılarsınız. Yüreğiniz artık ağzınızdan fırlar!