20 Ekim 2011 Perşembe

Bilim insanının çakmasını nasıl anlarız?

Milliyet’teki bir köşe yazarı bir yandan kulaktan dolma bilgilerle psikiyatrlara saldırıp, halkın bilgi alma hakkı adına halkı yanıltmaya kalkarak (insan isimlerini deşifre etmek gibi başka etik bir sürü problemle beraber) bir tartışma başlatmıştı (daha fazla bilgi için, Kuyudaki Taş yazıma bakabilirsiniz). Tartışmanın dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu konusundaki bölümü geçen hafta cnnturk’teki bir programda doktorlar arasındaki bir tartışma görünümüne terfi etti. Doktor ünvanını taşıyor olmak, kişinin mesleki kimliğinin nasıl oluştuğunu, gerçek uzmanlık alanını bilmeseniz bile bir etiket olarak etkileyici ve inandırıcıdır. Konuşmacılardan bir tanesinin simgelediği psikiyatr-doktor kimliği on dokuzuncu yüzyıl Amerikan kovboy kasabalarındaki sihirli iksir satıcısı “doktor”larının günümüze fırlatılmış şekliydi. Programdaki daha iyi eğitimli, nazik ve bilimsel dille konuşan çocuk psikiyatrisi uzmanlarından en büyük farkı söylediklerinden hiç kuşku duymamasıydı. Televizyon programına çağırılma sebebini medyayı biraz tanıyan birisi olarak tahmin edebilirim. Her konuda iki karşıt görüş çağırma “kuralı”, uzman görüşünü uzmanın ağzından çıkan görüş sanan basın-yayın mensuplarının şarlatanlarla bilime emek verenleri aynı masaya oturtması sonucunu doğuruyor. Şarlatanlığın adını koymaktan çekinip utanmamak gerek.
Okul okul gezip dikkat eksikliği tedavisinde mevcut tedavilerden ne kadar üstün bir tedavi biçimi uyguladığını anlatan bir psikolog (haklı olarak) bu şarlatanlık konusunu üstüne alınıp, neurofeedback diye bilinen yöntemi aslında diğer standart tedavileri (ilaç tedavisi, psikopedagojik terapi, aile eğitimi) alıp da iyileşmeyenlere önerdiğini anlatmaya çalışmıştı. Peki, % 80’e varan bölümü standart tedaviyle iyileşen bir rahatsızlığın kalanını düzelttiği iddia edilen yöntemin okullarda reklamını yapmak ne iş, sorusuna cevap yok elbette.
Bu yöntemin aslında herkese lazım olduğu iddiasına destek olsun diye bir iki araştırma makalesini televizyon tartışmasındaki doktor da (sayı çok sınırlı olduğu için elde taşıması kolay) elinde sallamaya başlayınca şaşırmadım. Burada “bilimsel makale” altbaşlığını açayım: bir konuda usulüne uygun yöntemlerle yaptığınız çalışmanın sonucunu bilimsel makale olarak yayımlarsınız; bulgularınızın sağlamlığı ölçüsünde iyi bir yer bulabilir kabul görürsünüz. Bir yöntem hakkında bilimsel araştırma yapılmaya başlanması önemli bir gelişme olmakla birlikte, bir yöntemin tedavi sayılıp cümle aleme duyurulması için çok sayıda (örneğin, DEHB için uygulanan yerleşik tedavilerde olduğu gibi yüzlerce) araştırma ile bulguların teyid edilmesi gerekir. Pazarlamacı doktorlar ise, tekniği irdelemek yerine “push” ettiklerinden ötürü, 2 tane yayımlanmış çalışma ile 200 arasındaki farkı yok sayarak, “bakın bilimsel kanıt da var” demeyi bir süs olarak kullanırlar.
Şimdi birkaç soru akla geliveriyor: Bu yöntem 30 yılda DEHB alanında tedavi sayılmanın bilimsel ölçütlerine bir türlü ulaşamadıysa, birkaç araştırma makalesinden ibaret haliyle bu hedeften şu anda çok uzaktayken apar topar ve hararetle piyasaya sürmeye çalışmanın anlamı nedir?
Tedavi olma ölçütlerinin yerine gelmesini beklemeksizin topluma davetiye çıkartmanın, haber programları veya okullarda “gönüllü” konferanslar aracılığıyla propaganda yapmanın (bilimsel ölçütler ve etik standartlara davet edildiğinde saldırganlaşmanın) ne gibi bir sebebi olabilir?
Uyanıklığın sosyal zeka, bitirimliğin girişimcilik, kendini bilmezliğin yenilikçilik sayıldığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlamak, durumu anlamak için yeterli olabilir.
Böylesi bir dünyada varolma ve başkalarını geride bırakma (adına “daha iyi olma” dense de) tekniklerini harmanlayan pazarlama sektörünün ilkelerini hatırlayalım: “Pazarda yerleşik, kabul görmüş yöntemlerin arasında kendine yer açmak istiyorsan, mevcutların “kötü” bir yanını (örneğin, ilaç kullanmak gibi yarar ve zarar hesabı bilinse de bir çok kişiye rahatsız edici gelen ve zarar gelirse endişesi yaygın olan) ön plana çıkart. Sende o kötü yanın bulunmadığını bağıra bağıra söyle. Diğerleri kendilerini temize çıkartmakla uğraşsınlar. Bir biçimde çocuğu için yanlış bir şey yaptığı ya da asıl yapılacak olanı yapmadığı duygusunu yarattığın anneleri babaları (anne babanın egemen ve sonsözü söyleyen duygusu kaygıdır) “mağazaya” çek. Bir kere girdikten sonra, yapacağını biliyorsun.”
Aynı yöntemi uygulayan bir işadamı- doktor da, çocuk psikiyatrlarının uyguladığı mevcut değerlendirme yöntemlerinin (konuşma, dinleme, hikaye alma gibi geleneksel olanlar, psikolojik testler, karışabilecek durumları ayırd etmek gerekiyorsa uygun tıbbi/biyolojik testler) yeterli olmadığını, kendi hastanesinde uygulanan cinsten “en az yarım gün süren” incelemelerin tanı açısından zorunlu olduğunu öne süren beyanatlar ile pazarlama örneklerine katkıda bulunuyor. Üstelik doktorluk mesleği zaten kendi yaptıklarını yeterli görmeme, daha geliştirme, hatalarını saptama ve giderme üzerine kurulu olduğu için bu reklam hepimizdeki “daha iyisini yapma” arzusu ile örtüşüyor. “Onlar yapamıyor, bir tek biz yapıyoruz” demekten kendini alamasa, neredeyse, inanacağız.
Anne-babaların “eyvah yine neyi eksik yaptık?” duygusal refleksini tetikleyici bu iddianın da maalesef bir temeli yok; tetkik sever milletimizin gönlünü okşayan, çalışma ilkesi olarak bilimsel nesnelliği alacağı yerde müşteri memnuniyetini esas alan bu yaklaşımlar, “aman çocuğumuza ilaç verilmesin” düşüncesine hitap ederek, ya da DEHB için tanı koydurucu olmasa da, eldeki teknolojik malzemeyi bir biçimde kullanmak için bir müşteri toplama gayreti. Örneğin, bu gereksiz incelemeler kapsamında önerilen kantitatif EEG ile yapılan araştırmalar henüz bireylerin tanısal durumu hakkında tanı koydurucu olmadığı halde bu tekniği yaygın ve rasgele ticari kullanıma sokup pazarda pay kapmaktaki acelecilik ülkemizdeki yeni sağlık düzeniyle uyumlu. Temel ihtiyaçlara ayrılmayan kaynakların ısrafı ile teknolojik kandırmaca kolkola. Çocuk psikiyatrlarının günde 30-40 çocuğu muayene etmelerini bekleyen bir sistemdeyiz. Hastasını dinlemeye daha çok zaman ayırmak isteyen doktorun yerini tutacak bir teknolojiye sahip değiliz; olmak istiyor muyuz, o da tartışılmaya muhtaç.
Mesleki uzmanlığıyla ilgisi olmayan çocuk ruh sağlığı konularında ileri geri konuşarak kariyer oluşturan bir başka sabah TVsi doktorunun mükemmel bir örneğini teşkil ettiği “çapsız ama özgüvenli” doktorların kendilerini var etme yöntemi medyada basbas bağırmak (ne kadar sık ve çok söylerseniz doğru sanılma olasılığı artıyor), bunun için de televizyonlarda zaman kiralamak dahil her kanalı kullanmak… Hepimiz insanız, kendi dediğinin doğruluğundan kuşku duymayan kişi, gözü kapalı atmasyonları sıralasa bile, inandırıcı gelebiliyor. Hele duymak istediklerimizi söylüyor ise…

Bu yazıdaki tartışma bir tedavi tekniğini başka birisine tercih etmekle, ya da falanca kişinin mesleki etiğe uyup uymadığı ile ilgili değil. Bilim perspektifi açısından bakınca ilaç tedavisi veya psikoterapi veya filanca yöntemin arasında üstünlüğün kimde kaldığı da değil önemli olan. Kulağa ya da gönlümüze hangisinin daha hoş geldiğine, önyargılarımıza hangisinin daha çok uyduğuna bakarak da karar veremeyiz. Tedavide etkinlik ve güvenlik için gereken ölçütleri dolduran her tedavi yöntemi bu süzgeçten geçtikten sonra doktorun kararına göre kullanılır, bırakılır ya da başlanır. Tanı koyarken de, kuşku duyulduğunda epilepsi gibi başka bir hastalığı dışlamak için EEG kullanımı ile DEHB tanısını kesinleştirmek için (gereksiz yere) kantitatif EEG kullanmak arasındaki farkı silikleştirmek, gereksiz ve yararsız biçimde tetkik yapmayı doğurabilir. Doktorun kuşku duyduğu problemlere göre tetkikler seçilir, planlanır, yapılır.
Eldeki verilere bakılınca, neurofeedback (ya da tanı için önerilen kantitatif EEG ve benzeri teknolojik yöntemler) henüz bu ölçütlere göre değerlendirmeye alınacak duruma (bir türlü) gelememiş yöntemler olduğu için DEHB’deki kullanım biçimine (taraftarı olduğum tek) “yerleşik düzen” tarafından karşı çıkılıyor.
Mevcut kanaat, toplanan verilere ve bu verilerin yeterliliğine göre şekillenir. Veriler değiştiğinde, “muhalifler” de kanaatlerini değiştirirler. İlkeleri aynı kalır.
İşin asıl önemli kısmı, sağlık alanında “ticarileşme”nin aldığı bu şeklin sonunda bilim, doktorluk ya da ilkeler gibi konuların bulanıklaştırılması. Ama korkmayın. Bilim insanının sahicisi ile “çakma”sını ayırdetmek için ölçüt belli: kişi kendi söylediğinin doğruluğuna kayıtsız şartsız inanıyorsa, kendisinden ve yaptıklarından hiç şüphesi yoksa, hele sizi de ne kadar doğru ve eşsiz olduğuna inandırmaya çalışıyorsa, çakma’dır. Zaten dikkatlice bakınca anlayacaksınız.

Otizm için ilaç tedavisi yok, ama olmalı

otizm ile uğraşan bilim insanlarının bir arada olduğu kalabalık bir toplantıda. "acaba şunu mu denesek, bunu mu denesek diyen ailelere ne diyebiliriz?". bırakın yararını, zararı olup olmadığını bile bilmediğimiz yöntemlere olur verebilir miyiz, ya da ne olursa olsun uyarmakla yükümlü müyüz? ailelerle beraber düşünme anlamında ortak aklı daha çok kullanmak, belki çok küçük riskleri almalarına ses çıkarmamak, ama esas olarak da gerçek seçenekleri üretmeye yoğunlaşmak. örneğin, son dönemde hangi genetik kusurla ilişkilli olduğu anlaşılan bazı problemlerden giderek (frajil X ya Rett sendromu gibi) benzer yönleri bulunan otizm için sahici ilaçların etkinliğini daha çok araştırmak... bu alanda geçtiğimiz yıl içinde hız kazanan araştırmaların sonuçları heyecan verici. ama araştırma ortamları dışında kullanıma geçirmek için bekleme süresi var. bu arada kimi işgüzar doktorların daha araştırması tamamlanmamış ilaçları kulaktan dolma bilgilerle reçetelerine doldurmalarının önüne geçilmeli mi, geçilebilir mi? ülkemizde otizme dönük tıbbi tedavi araştırmalarının kısıtlı sayısı artarsa, bu tarz “deneme”lerin güvenli ve bilimin ve hizmetin gelişimi dışında bir amaç gütmeyen şekilde yapılması mümkün olur. yoksa, umut tacirlerine teslim olmaktan başka çare görmeyen anne-babalara söyleyecek sözümüz kalmaz.
(AACAP kongresi notları, toronto 2011)